Dünya Gıda Krizine Doğru

-
Aa
+
a
a
a

Şu sıralarda bir dünya krizine doğru dörtnala koşturmakta olduğumuz gözleniyor. Türkiye’de gerek medyanın, gerekse –iktidarı ve muhalefeti ile–  siyasetçilerin adını koymakta zorluk çektikleri bir gıda krizinden bahsediyoruz. Son birkaç yılda dünyada buğday, pirinç, mısır gibi temel gıda maddelerinin fiyatları iki, hatta bazen üç katına çıktığı gibi, bu fiyat artışlarının büyük bir kısmının sadece son birkaç ay içinde gerçekleşmiş olması, olayı bir korku filmine dönüştürüyor.

 

İşin korkutucu yanı, bunun bir film değil, gerçek olması. Özellikle, yiyeceğin aile bütçesinin yarısından fazlasını, hatta bazen yüzde seksenini bile silip süpürdüğü yoksul ülkelerde, yüksek gıda fiyatlarının tam anlamıyla ölümcül sonuçlar doğurduğu düşünülecek olursa, daha ziyade bir “reality show”dan sözediyor olabiliriz pekala. Hani sıradan insanların yaşamlarını konu edinen ve genellikle iç karartıcı ve çok kasvetli o tuhaf televizyon programlarından.

 

Daha öncekilerden tamamen farklı, yepyeni bir durum!

 

Hububat fiyatlarında bugün görülen ikiye katlanma, aralarında Paul Krugman[1], Lester Brown’un[2] da bulunduğu uluslararası uzman ve düşünürlere göre, bazı uzun vadeli eğilimlerin birikmiş etkilerine ve örneğin biyoyakıt üretimi gibi feci sonuçlar veren yanlış politikalar izlenmesine bağlanabilir. Tahıl talebinin hızlanarak büyümesine, tahıl arzındaki artışın da giderek yavaşlamasına yol açan eğilimler bunlar.

 

Küresel çevre sorunları, beslenme, gıda ve sürdürülebilir kalkınma vb. konularında 20’den fazla kitap kaleme almış ve eserleri 40’tan fazla dile çevrilmiş olan, Earth Policy Institute adlı sivil toplum kuruluşunun başkanı, çevre analisti ve düşünür Brown’a göre, dünya şimdiye kadar böyle bir durumla hiç karşılaşmamış. Brown, içine girmekte olduğumuz bu krizin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın zaman zaman hava koşullarına bağlı olarak yaşadığı hububat fiyat dalgalanmalarından tamamen farklı olduğunu yazıyor.

Dünyanın yüzyüze olduğu kronik yiyecek darlığı, dünyada hem talebi hem de arzı etkileyen birkaç yerleşik eğilimin birikmeli (kümülatif) etkisinden kaynaklanıyor.

 

Çöken sosyal düzenler, olağanlaşan isyanlar

 

Yükselen gıda fiyatları ve yaygınlaşan açlık durumları karşısında bazı ülkelerde sosyal düzen çöküntüye uğruyor: Birleşmiş Milletler’in kıtlık nedeniyle dünyanın dört bir yanında isyan çıkacağı uyarısı ile aynı tarihlerde Pakistan’da siloları ve tahıl nakliyat kamyonlarını korumak için binlerce silahlı asker görevlendiriliyor, Haiti’de gıda ürünleri taşıyan gemiye yapılan silahlı saldırıda 2’si kadın 6 kişi öldürülüyor, Tayland’da çeltik tarlalarını gece “hasat eden” talancılardan korumak üzere çiftçiler 24 saat silahlı hasat nöbeti tutuyor, bu yılın ilk üç ayı içinde Sudan’da Darfur mülteci kamplarındaki 2 milyon insana gıda yardımı götüren kamyonlardan 56’sı silahlı kişilerce kaçırılıyor ve kamyonların 36’sıyla şoförlerden 24’ü bulunamıyor... Bu bölgeye yardımın yarıya inmesiyle birlikte, gıda güvenliğinin yeniden tesis edilememesi halinde, vahim bir açlık hayaletinin ortalarda kol gezmeye başlayacağı görülüyor.

 

Gıda ayaklanma ve isyanlarının da dünyanın dört bir yanında “umur-u âdiye”den sayılmaya başladığı da söylenebilir: Mısır’da fırınların önünde devlet destekli ekmek için kuyruğa giren insanlar arasında kavga ve çatışmalar, Yemen’de en az 12 kişinin ölümüyle sonuçlanan ayaklanmalar, Fas’ta 34 isyancının tutuklanıp hapse atılması, Kamerun’da düzinelerce insanın canını alan, yüzlercesinin de tutuklanmasıyla sonuçlanan ayaklanmalara Endonezya, Etiyopya, Filipinler, Haiti, Meksika, Moğolistan, Senegal gibi, dört kıtaya yayılmış ülkelerdeki huzursuzluk olaylarını ekleyebiliriz. Avrupa kıtasında kıtlık sorunları ile boğuşan tek ülke olarak da –nüfus artış hızı sıfır olan– Moldavya’yı sayabiliriz. Tabii şimdilik.

 

Üç boyutta birden derinleşen kriz

 

Küresel gıda krizinin boyutlarının derinleşmesi ihtimal dahilinde. Küresel iklim krizinin boyutlarının derinleşmesi de öyle. Her iki durumun birbirini beslemesi ihtimali de çok yüksek. Karne uygulamaları gibi çok ciddi önlemler alınmasını gerekli kılacak durumların ortaya çıkması da beklenebilir. O zaman da, birçok ülkede zaten kırılgan ve hassas yapılara sahip olan nispeten az sayıdaki demokratik rejimi ayakta tutmanın çok daha güçleşeceğini, böylelikle küresel krizin siyasi ve sosyolojik boyutunun daha da derinleşeceğini düşünmek mümkün. IMF Başkanı’nın gıda fiyat artışlarının zararlarına karşı kendi halklarını korumak için gerekli tedbirleri alabilen demokratik hükümetlerin dahi devrilebileceği tehlikesine işaret eden son uyarısında[3] bu kaygıların izdüşümlerine rastlanmaktaydı. Bütün bunlara, 2001’den bu yana gittikçe ciddileşen küresel güvenlik sorununun yeni bir boyut kazanarak büsbütün derinleşmesi ihtimalinin yüksek olduğunu da eklememiz gerekecek herhalde. BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) başkanı insanların açlıktan ölürken öyle oturup durmayacağını ve her yerde güçlü tepkiler vereceğini söylerken, tam da bu boyuta işaret etmekte, BM Güvenlik Konseyi’nde bir zirve yapılıp kendisinin bu acil durum hakkında bilgi vermeye neden çağrılmadığını sormaktaydı.[4]

 

Pirinç, buğday ve mısır fiyatlarının iki katına çıkmasıyla dünyada yardıma en çok muhtaç durumda olan 37 ülkenin BM yardımı alamaması riski de ortaya çıktı. Dünya Yiyecek Programı adlı BM kuruluşu, bu korkunç riski hafifletebilmek için, özellikle zengin ülkelere, yarım milyar dolar tutarında ek yardım fonu çıkarılması yolunda âcil bir çağrı yaptı. Bu çağrıya karşılık, ABD’den 200 milyon dolar tutarında bir yardım vaadi gelirken, Fransa da, yine vaad olarak, acil gıda yardım fonunu bu yıl iki katına (yaklaşık 100 milyon dolara) çıkaracağını belirtti.

 

Öte yandan, Ukrayna’dan Arjantin’e kadar “yiyecek ambarı” sayılan ülkelerin birçoğu, kendi tüketicilerini korumak amacıyla ihracata sınırlamalar getiriyor. Böylece, her yerde bir yiyecek darlığı politikası ortaya çıkıyor. Bu politikayı izleyen ülke yönetimleri bu sefer kendi çiftçilerinden yükselen protestolara maruz kalıyorlar. Ayrıca, –daha önemlisi– bu ihracat kısıtlamalarıyla dünya piyasalarında fiyatların büsbütün yükselmesine, yiyecek ithal etmek zorunda olan ülkelerin de büsbütün zora düşmesine yol açıyorlar.

 

Talep ve arz cepheleri

 

Dünyanın yüzyüze olduğu kronik yiyecek darlığının, hem talebi hem de arzı etkileyen birkaç yerleşik eğilimin birikmiş (kümülatif) etkisinden kaynaklandığını belirten uzmanlar, bu eğilimleri şöyle kategorize ediyor:

 

Talep “trendleri”: Dünya nüfusuna her yıl sürekli olarak 70 milyon “yeni boğaz” ekleniyor. (Başbakan’ın Türkiye’de her aileye “üç çocuk” yapmaları yolunda son zamanlarda sık sık dile getirdiği tavsiye, başka açıların yanı sıra, asıl bu bağlamda eleştirilmeli herhalde.) Ayrıca, dünya nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan 3 küsur milyar insan, beslenme zincirinin üst basamaklarına çıkmak için sürekli uğraş veriyor. Örneğin, gelişme yolunda denilen ülkelerde, özellikle Çin’de ve Hindistan’da, gittikçe artan sayıda insan, insanlık tarihinde ilk kez zengin Batılı ülke vatandaşları gibi yemek (yani et) yiyecek kadar varlıklı hale geliyorlar. Yaklaşık 700 kalori değerinde yemle ancak 100 kalori değerinde sığır eti üretildiği hesaplanırsa, beslenme tarzındaki bu “devrimci” değişim, dünyada tahıl talebini büyük ölçüde yükseltiyor.

 

Enerji güvenliği, petrol ve jeopolitik konularında dünyanın önde gelen uzmanlarından Michael T. Klare’in tespitiyle,[5] dünya çapında ekonomik büyümeyi son 60 yıldır mümkün kılan enerji bolluğunun sonu görünmüş durumda. Özellikle Çin ve Hindistan’ın ekonomilerini endüstrileştirmesi ve uluslararası piyasalara çok çeşitli mal satışına geçmesinin, dünya enerji tüketiminde eşi görülmemiş bir artışa yol açtığı hesaplanıyor. Klare, sadece son 20 yılda yüzde 47’lik bir artış meydana geldiğini belirtiyor!

Böylesine muazzam bir talep artışı, ortaya çıkan güçlü yeni enerji tüketicileri ve küresel enerji arzının daralması trendleri birleşince, ortaya yeni bir dünya düzenini ve durmadan yükselen petrol fiyatları olgusunu çıkıyor. Unutmamak gerekir ki, modern tarımda zaten son derece enerji-yoğun teknikler kullanılıyor: gübre üretimi, traktör mazotu ve belki de en önemlisi, üreticiden tüketiciye yapılan nakliyatta gittikçe artan yakıt kullanımı... Enerji maliyetlerindeki bu yükselme, tabiatiyle, tarım ürünlerinin maliyetine yansıyor ve elbette bu maliyetlerin sürekli yükselmesine sebep oluyor.

 

Biyoyakıt: “İnsanlığa karşı suç” mu?

 

Talep cephesindeki en önemli gelişme trendlerden biri ise, başta ABD olmak üzere bazı ülkelerde arabalara yakıt olarak kullanılmak üzere mısırdan elde edilen ethanol adlı “biyoyakıt” üretimindeki artış oldu. 2005 yılından bu yana, ethanol talebindeki bu müthiş artış, dünya tahıl (mısır) tüketimini yaklaşık 20 milyon tondan 50 milyon tona yükseltmiş durumda! Sübvansiyone edilen ürünlerin insan yiyeceği yerine “araba yiyeceği”ne dönüştürülmesinin enerjide dışa bağımlılığı azaltacağı ve küresel ısınma felaketini azaltıcı bir etki yaratacağı söylenmekteydi politikacılar tarafından. Ama ABD başkanı George Bush’un ve diğer bazı Avrupa liderlerinin bu “vaad”i, Time dergisinin yazdığı gibi, düpedüz bir “sahtekârlık”tı aslında! Derginin bu teriminin ağır kaçtığını düşünüyorsanız, onun yerine size BM Gıda Hakkı raportörü Jean Ziegler’in terimini önerebiliriz:  Raportör, bir Alman radyosuna verdiği demeçte, dünyada büyük miktarda biyoyakıt üretiminin artık “insanlığa karşı suç”[6] kategorisine girdiğini, BM yetkilileri için genellikle alışılmadık netlikte bir dille belirtmişti.

 

Çevreci yazar ve aktivist George Monbiot’nun basit bir tespitine göre[7] biyoyakıtların el değmemiş bakir arazilerde üretilmesi mümkün değilse, bunların sadece mevcut tarım arazisi üzerinde yetiştirilmesi gerektiği açık bir gerçek. Bu ise, araba depomuzu her dolduruşumuzda insanların lokmalarını onların ağzından aldığımız anlamına gelir. Bu da yiyecek fiyatlarını artıracak, çiftçilerin biyoyakıt ürünlerini yetiştirmek için ormanları, sulak alanları, mera ve otlakları tahrip etmelerine yol açacaktır. Ve, bu büyük bir açmazdır aslında:

Kısıtlı yiyecek arzı bulunan kaynakları sınırlı bir dünyada ya açlarla rekabete girilecek ya da yeni arazi açma yoluna gidilecektir. Ayrıca, son bilimsel araştırmaların net olarak ortaya koyduğu gibi, yeni arazi açmaların maliyeti de hesaba katıldığında, kullanılmış patates cipsi yağı dışında dünyada diğer kaynaklardan elde edilen biyoyakıtlar karbon diyoksit emisyonlarının muazzam artışına yol açmaktadır: Eh, küresel ısınmayı azaltmak amacıyla küresel ısınmayı büsbütün artırmak, insanların arzuladıkları son şey olmalı...

 

Kıtlaşan Toprak, Kuruyan Su, Kötüleşen Hava

 

Arz trendleri: İşin arz cephesine bakıldığında ise, madalyonun öteki yüzü ile karşılaşılıyor: Gıda ürünleri yetiştirmek için tarıma açılacak toprak arzı pek mevcut değil dyünyada. Ya Amerika’daki Amazon, ya Afrika’daki Kongo havzalarında ya da Endonezya’daki yağmur ormanlarını temizleyip tarlaya çevireceksiniz; bir de Brezilya’nın Cerrado denen savanlarını temizleyebilirsiniz bu meta için. Ama, bunun bedeli küresel iklim değişikliği, küresel ısınma ve genel çevre tahribatı olarak geri gelecek elbette. Bu bedeli kimsenin ödeyemeyeceği de gün gibi aşikâr. Ayrıca, pek çok ülkede (elbette Türkiye’de de) birinci sınıf tarım arazileri endüstriyel ve turistik tesislere, konut ve başka amaçhlı yerleşimlere, golf sahalarına, otoyollara, yollara ve/ya gün geçtikçe büyüyen otomobil filoları için otoparklara vb. dönüştürülüyor.

 

İnsanlığın muazzam artan talebi karşısında su “arzının” büyük bir hızla daraldığı, herkesin bildiği ve fakat nedense yetkililerin “görmediği” bir başka gerçek. Halk içinde muteber bir nesne yok su gibi. Yeni sulama kaynakları, artık “en muteber nesne” halinde. Yapılan tespitlere göre dünyada adam başına sulanan toprak alanı her yıl yüzde 1 oranında azalıyor ve böylece su, dünyanın en kıt kaynaklarından biri haline geliyor.[8]

 

Dünya gıda krizinin temelinde yatan en önemli faktörlerden biri, belki de birincisi küresel iklim değişikliği, yani küresel ısınma. Dünyanın tarihte gördüğü en geniş bilim insanları topluluğu bunun artık “tartışma götürmez” bir gerçek olduğunu geçen sene cümle âleme ilân etti. Artık bunun aksini iddia etmek, bencil çıkarlar adına kötü niyetle davranmak değilse eğer, herhalde abesle iştigal olur.

 

Küresel ısınmanın rolü

 

Küresel ısınma ile tahıl hasatı arasında olağanüstü hassas bir bağlantı (korrelasyon) var. Deney yapmak için özel olarak bilimin emrine ayrılmış “laboratuvar – tarlalarda” yapılan incelemeler gösteriyor ki: Bir derecelik bir sıcaklık artışı (celsius) buğday, pirinç ve mısır mahsulünde yüzde 10’luk bir düşüşe sebep oluyor! Tarihi deneysel (ampirik) analizler, geçmişte mısır ve soya fasulyesi üzerinde de sıcaklığın en az bu kadarlık, hatta biraz daha fazla bir ürün kaybına yol açtığını ortaya koyuyor.[9]

 

Dünyanın en büyük tahıl ambarlarından biri olan Avustralya’nın bin yıldır gördüğü en büyük kuraklık, yeni gıda krizinde önemli bir rol oynuyor. Bu kuraklık, çok büyük olasılıkla küresel ısınmadan kaynaklanıyor. Küresel ısınma ise, dünyanın en önemli iklim bilimcilerinden biri olan James Hansen’ın bıkmadan usanmadan dünyanın siyasi karar alıcılarına yazdığı[10] –ve artık siyasi karar alıcılar hariç herkesin gayet iyi kavradığı–  gibi, kömür, petrol ve doğal gaz gibi fosil yakıtların kullanımından yayılan sera gazları yüzünden oluyor. Sera gazları artmaya devam ettikçe gezegen ısınmaya devam edecek. O zaman dünyanın birçok yerinde, örneğin Türkiye’nin de bağrında yer aldığı Akdeniz havzasında kuraklıkların daha uzun, daha şiddetli olacağı, bununsa daha yaygın su kıtlıklarına yol açacağı, nem kaybının ise daha fazla sayıda ve daha şiddetli orman yangınlarına sebep olacağı, öte yandan kışın ve ilkbaharda seller artarken, yazın ve güzün nehirlerin kuruyacağı, bunun da su kaynakları için kıyasıya yeni mücadelelere, belki savaşlara yol açacağı, eriyen buzullarınsa belki milyarlarca insanı temel besin maddelerinden yoksun bırakacağı (örneğin Himalayalar’ın bulunduğu Tibet platosundaki buzulların erimesi, Güney Asya’nın o kutsal nehirlerinin tümünün suyunu azaltıp Çin, Hindistan, Vietnam gibi ülkelerde çeltik hasatını yıkıma uğratarak açlığa yol açacak) artık hepimizin iyi bildiği bir “açık sır” durumunda. Korkunç bir sır.

 

Tahılda yalnızca 55 günlük stok!

 

Şu anda içinde bulunduğumuz gıda krizinin, henüz dünya gıda kaynakları yukarıda anlatılan iklim değişikliği tarafından vurulmadan meydana gelmiş olduğunu unutmamakta da yarar olabilir. Dünya Bankası’nın rakamlarına göre 100 milyon insan daha derin bir yoksulluğun pençesine itilmiş durumda. Daralan yiyecek arzı, yükselen gıda fiyatları ve siyasal istikrarsızlığın kol gezdiği bir yeni döneme girilmiş gibi görünüyor. Brown’un belirttiğine göre,[11] hububat stoklarındaki düşüş 2008’de dünya rekoru kırmış ve dünya tüketimi için sadece 55 günlük bir stok kalmış durumda!

 

Sadece elli beş gün! Gelmiş geçmiş en düşük tahıl stokunu elinde tutan dünya ile küresel hububat piyasalarında tam bir kaos yaşanması için artık yalnızca tek bir kötü hasat mevsimi olması yetecek! Ve, Monbiot’nun gıda krizi konusunda kaleme aldığı makalede kaygıyla sorduğu gibi,[12] eğer açlık şimdi böyle vuruyorsa, bir de sonrasını düşünebiliyor musunuz? Yani, iklim değişikliği devreye iyice girdiğinde, sıcaklar biraz daha arttığında ve hasatlar her yerde çöküşe geçtiğinde neler olabileceğini tasavvur edebiliyor musunuz?

 

Çok kısa vadeli bir bakış...

 

Türkiye’de ilgili yetkililerin, başbakanın, bazı bakanların, bazı ticaret odası başkanlarının ve büyük ölçüde medyanın bakışı, bu çok boyutlu devasa dünya krizini tahlil etmekten hayli uzak görünüyor ne yazık ki. Gıda fiyatları, kuraklık ya da iklim değişikliği konusuna, kriz şöyle dursun, vahim bir sorun, hatta sadece bir sorun olarak dahi yaklaştıklarını gösteren bir belirtiye rastlamak oldukça zor.

 

Elbette, ABD’de başlayıp dünyaya da yansıyan mali krizden dolayı bazı yatırımcılar emtia piyasasına yatırım yoluna gitmiş olabilirler; ama Türkiye’de tahıl fiyatlarının yükselişini sadece pirinç fiyatlarındaki yükselişten ibaret görmenin ve bunu da bir avuç spekülatörün fırsatçılığına bağlamanın yetersizliği de ilk ağızda ortaya çıkıyor. Türkiye’de sadece 2007 değerlendirilmelerinde tarımın yüzde 7.3 oranında önemli bir küçülmeye uğradığı, toplam hububat üretiminin 2006'ya göre yüzde 15,5 oranında azaldığı ve buğdaydaki rekolte düşüşünün pirinçten çok daha fazla olduğu Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerinden koyallıkla çıkarılabiliyor. Örneğin, bir önceki yıla göre buğday üretiminin yüzde 13,9, dane mısır üretiminin yüzde 7,2, arpanın yüzde 23,5, pirinç üretiminin de yüzde 6,9 oranında azaldığı görülüyor.[13]

 

Dolayısıyla, “pirinç spekülatörleri ile savaş” şeklinde dile getirilen “hamasî” yaklaşımların bilimsel bilgiye dayalı analizlerden, düşünsel derinlikten adamakıllı yoksun, yüzeysel, son derece kısa vadeli ve dolayısıyla yanıltıcı olduğunu söylemek mümkün. Gene ne yazık ki, muhalefet konumundaki partiler ve onların yetkilileri de, gıda krizinin ülkedeki ön belirtilerini iktidarın kötü politikasına –ve sadece ona– bağlayıp, herhangi bir alternatif ya da analiz ortaya koyma çabasını bile göstermemekle, karşı çıktıkları iktidarın sahip olduğu aynı kısır, kısa vadeli ve sathî yaklaşımı yansıtıyor.[14]

 

Akkad’ın laneti, Ruanda soykırımı

 

Dünya yüzünde insanlığın kurduğu büyük medeniyetleri, dev imparatorlukları neredeyse göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir süre içinde yerle bir eden, onları sonsuza kadar silen kuraklık kıranını gelip geçici, dönemsel ya da döngüsel bir fenomen olarak gören ya da öyle görmekte ısrar eden[15] bir anlayışın ipuçlarını da aynı yaklaşımda bulabiliyoruz.

 

Oysa, özellikle son zamanlardaki ayrıntılı bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu gibi Mezopotamya’daki ilk medeniyetler: Sumer, Uruk medeniyetleri; Güney Amerika ve Afrika’daki yüce medeniyetler; dünyanın ilk büyük imparatorluğu olan sarsılmaz Akkad’lar öncelikle büyük bir iklim değişikliğinden, kuraklıktan etkilenerek, neredeyse yüz yıldan kısa bir süre içinde çöküp gitmişler ve tarihten silinmişler. Tarihin belli bir dönemindeki bu yok edici, kavurucu kuraklığın izlerini Ahd-i Atik’te ve dünyanın birçok yaradılış efsanesinde sürmek mümkün.[16]

 

Ayrıca, kuraklık kıranının insanlar için ne büyük boyutlarda facialara yol açabileceğini görmek için “başlangıç”a dönmek de gerekmiyor. Pek yakın tarihin, hatta günümüzün iki korkunç soykırımına bakmak yeterli. 1994 yılında doktorların hastalarını, hastaların doktorlarını, öğretmenlerin öğrencilerini, öğrencilerin öğretmenlerini, komşuların komşularını, memurların çalışma arkadaşlarını palalarla katlettikleri ve sadece 40 gün içinde 800 bin, yani günde 20 bin insanın kesildiği Ruanda’da yaşanan bu akıl almaz etnik vahşetin temelinde yatan başlıca etkenlerden birinin kuraklık ve iklim şartları olduğu artık gayet iyi biliniyor.[17]

 

Aynı şekilde, beş altı yıl içinde, tam sayı hiçbir zaman bilinmemekle birlikte, resmi rakamlara göre 300 bin civarında insanın katledildiği, kadınların kitle halinde tecavüze uğradığı, erkeklerinin de işkenceyle öldürüldüğü tüyler ürpertici olayların halen sürüp gitmekte olduğu Darfur’daki soykırımın da esas olarak kuraklık yüzünden gerçekleştiği tespiti yapılıyor. Yani bin yıl birlikte yaşadıktan sonra göçebelerle yerleşiklerin “etnik ve dini” sebeplerle birdenbire birbirini kesmeye başlamasındaki görünür “acayipliğin” altında yatan temel nedenlerden birinin iklim değişikliği, kuraklık ve açlık olduğu apaçık ortada.[18]

 

Eşzamanlı küresel hamle – mümkün mü?

 

Peki ne yapmalı? Bir kere “böyle gelmiş, böyle gider” senaryosunun hiçbir geçerliği olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Dünyanın önde gelen ülkelerinin bir araya gelip nüfusu stabilize etmek, gıdadan araba yakıtı elde etmeye son vermek, iklimi stabilize etmek gibi hayati hedefler doğrultusunda harekete geçmeleri zorunlu görünüyor. Ayrıca, yoksulluğun kökünün kazınması için devasa bir çabaya büyük bir hızla ve hemen girişilmemesinin de çok ağır bedelleri olabileceğini unutmamak gerek.

 

Bu hedefler için, başta kömür olmak üzere tüm fosil yakıtların tüketimini hızla azaltmak, su tablolarını ve yeraltı su yataklarını koruma altına almak, tarım arazileriyle toprakların verimliliğini korumak üzere yoğun bir kolektif çabaya derhal girilmesi elzem görülüyor. Su verimliliğinin sağlanması için yarım yüzyıl önce tarım verimliliği için girişilen çaba boyutunda bir “mavi devrim”e ihtiyaç olduğu da açıkça ortada. Ayrıca, yoksulluğun kökünün kazınması için devasa bir çabaya büyük bir hızla ve hemen girişilmemesinin de çok ağır bedelleri olacak gibi görünüyor.

 

Medeniyetin önündeki şüphesiz en büyük tehdit olan küresel ısınma tehlikesi siyasetçiler, çokuluslu şirketler ve yerleşik medya tarafından henüz pek “görülemiyor”. Ama, NASA Goddard Enstitüsü Başkanı ve Columbia Üniversitesi öğretim üyesi James Hansen’in söylediği gibi,[19] bu ortak tehlike artık billur berraklığında önümüzde duruyor ve pek yakında çok daha geniş kitlelerce kavranacağı kesin. Gelişmiş, zengin ülkelerin en geç onbeş yirmi yıl içinde net olarak sıfır karbon salımı safhasına geçmeyi hedeflemesi şart görünüyor. Gelişme yolunda hızla büyüyen enerji oburu ülkelerin de zenginlerden alacağı teknolojik ve maddi destekle böyle bir hedefe yönelmeleri gerekli ve mümkün.

 

Hem yenilenebilir enerji, hem enerji verimliliği

 

Dolayısıyla, enerji konusundaki odaklanmanın da hem yenilenebilir enerji kaynaklarını (özellikle rüzgâr, güneş, jeotermal vb.), hem de aynı zamanda enerji verimliliğini geliştirmeleri “kurtuluş”un tek yolu gibi görünüyor. Dolayısıyla kömür yakılmasından vazgeçilmesi mutlak bir zorunluluk. “Temiz kömür” diye bir kavramın gerçek olmadığını hesaba katarsak, kömürü olduğu yerde, yani toprağın altına sonsuza kadar bırakmak kesinlikle en doğru yol olarak karşımıza çıkıyor. Suyun, ne kadar az bulunan bir meta halini aldığı düşünüldüğünde,  yenilenebilir enerji kaynaklarının en büyük avantajlarından biri de kendiliğinden beliriyor: Kolayca inşa edilebilen, kömür fiyatı yükseldikçe daha da ucuza gelen bu kaynaklar, ayrıca, neredeyse hiç su kullanımını gerektirmiyorlar çünkü. Sadece güneş enerjisinin dahi ne kadar verimli olduğunu gösteren önemli örnekler var önümüzde. Örneğin, son araştırmalardan biri, ABD’nin güneybatısındaki çölün çok küçük bir kısmında kurulacak güneş panellerinin, ABD’nin tüm elektrik ihtiyacını karşılayabileğini ortaya koyuyor. Yenilenebilir “yakıt”ların, karbondiyoksit emisyonlarını azaltmanın yanı sıra, çok düşük maliyetli ve neredeyse sonsuza dek dayanacak enerji kaynakları olduğunu, ayrıca birçok yeni istihdam alanı yaratarak ekonomiye katkıda bulunacaklarını da mutlaka hesaba katmak gerekiyor.

 

Temiz enerji  ve enerji verimliliği hedeflerine odaklanacak gençlik hareketleri, bu hareketlerin büyüyerek yönlendireceği eylemlerin, dünyanın her yerinde kamuoylarının desteğini sağlayarak dönüştürücü bir “moment” yakalayacakları beklenebilir.

 

Medeniyet Tehlikeye Düşmeden...

 

Mekânsal olarak çok sınırlı ve kısıtlı (bölgesel bile değil, “ulusal”), zamansal olarak da çok kısa vadeli (adeta “günübirlik”) bir “düşünme” tarzını ya da retoriği yarından tezi yok terk edip, yukarıda özetlenmeye çalışılan dünya çapındaki trendlerin toplu, birikmiş ve alabildiğine karmaşık etkilerini derinlemesine tahlil etme zamanı şimdi. Dahası, bunları çözme çabalarına elbirliğiyle girişme zamanı. Bu başarılabilir mi?

 

Hansen’in sorusuyla cevap vermeye çalışırsak:

“Benim yanılıyor olmam mümkün mü? Yani, hükümetlerin çocuklarımıza ve torunlarımıza bırakacağımız gezegeni yoketmemize izin verecekleri kadar fosil yakıt özel çıkarlarına teslim olmaları mümkün mü? Elbette yanılıyor olabilirim [...] ama, bilimin bize anlattıkları ve deneylerin ortaya koyduğu kanıtlar kısa vadeli özel çıkarların aldatmacalarına galebe çaldıkça, bizim kısa sürede aklımızı başımıza toplamamız çok daha yüksek bir ihtimal [...] Gençlik, fosil çıkarlarıyla karşılaştığında ufak-tefek ve çelimsiz gözükebilir, ama sanayi ve siyaset liderlerinin de gençliği küçümsemeleri hata olur. Gençler, endüstrinin ‘çevreci ve yeşil’ görüntülü reklamlarına ya da siyasetin göstermelik ödünlerine kanmıyorlar [...] Bu savaşta doğadan ve insanlıktan yana taraf olan genç insanların farkı belirleyecek olması beni yüreklendiriyor... [20]

 

Ya da, artık sıcak nefesini ensemizde hissetmekte olduğumuz küresel gıda krizi hakkında Lester R. Brown’un söylediklerine kulak verirsek eğer:

 

“Kimsede rahat huzur bırakmayan bu durum, dünyanın daha önce karşılaştığı zor durumların hiçbirine benzemiyor. Önümüzdeki mesele, geçmiş dönemlerde olduğu gibi, tahıl fiyatlarındaki geçici bir artışla başetmekten ibaret değil. Mesele, birikimsel etkileri medeniyetin alameti fârikası olan gıda güvenliğini topluca tehdit eden eğilimleri çabucak değiştirip değiştiremeyeceğimiz meselesi. Eğer gıda güvenliği süratle yeniden tesis edilemezse, sosyal huzursuzluklar ve siyasal istikrarsızlıklar dört bir yana yayılacak, işlevini yitiren “bozuk” devletlerin sayısı da muhtemelen dramatik bir şekilde artacaktır. O zaman da bizzat medeniyetin istikrarı tehlikeye düşecektir.”[21]

 

Yani, harekete geçmenin zamanı. Hemen. Şimdi!

 

 

Ömer Madra

İstanbul, 21 Nisan 2008

 

NOT: Bu yazı, “Küresel kıtlıktan önceki son acil çıkış: Kolektif uyanış” başlığı altında 20 Nisan 2008 tarihli Star gazetesinde yayımlananmakalenin genişletilmiş, yeni verilerle beslenmiş ve dipnotlarıyla takviye edilmiş versiyonudur.

[i] Paul Krugman, “Grains Gone Wild,” New York Times, www.nytimes.com/2008/04/07/opinion/07krugman.html, 7 Nisan 2008

 

[2] Lester R. Brown, “World Facing Huge New Challenge on Food Front – Business-as-Usual Not A Viable Option,” www.earth-policy.org/Updates/2008/Update72.htm, 16 Nisan 2008

 

[3] “Soaring Food Prices Can Topple Govts, Warns IMF,”Associated Press, 18 Nisan 2008, http://www.expressindia.com/latest-news/Soaring-food-prices-can-topple-Govts-warns-IMF/298624/

 

[4] “Food Riots to Worsen Without Global Action – UN,” Reuters,  http://www.alertnet.org/thenews/newsdesk/L11338105.htm, 11 Nisan 2008

 

[5] Michael T. Klare, “The End of the World as You Know It... and the Rise of the New Energy World Order,” www.tomdispatch.com/post/174919, 15 Nisan 2008

 

[6]UN Chief Calls for Review of Biofuels Policy,” www.guardian.co.uk/environment/2008/apr/05/biofuels.food, 5 Nisan 2008

 

[7] George Monbiot, “Apart From Used Chip Fat, There is No Such Thing as a Sustainable Biofuel,” http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2008/feb/12/biofuels.energy, 12 Şubat 2008

 

[8] Bu konuda geniş bilgi için bkz.: Fred Pearce, When The Rivers Run Dry: Water – the Defining Crisis of the Twenty-First Century, Boston, Beacon Press, 2006

 

[9] Bu araştırmalar için bkz.: Lester R. Brown, Outgrowing the Earth: The Food Security Challenge in an Age of Falling Water Tables and Rising Temperatures, New York: W. W. Norton, 2005

 

[10] James Hansen, “To: Governor Jim Gibbons,” gristmill.grist.org/story/2008/4/14/234153/177, 14 Nisan 2008

 

[11 Bkz.: Brown, “World Facing Huge New Challenge on Food Front...” (yukarıda 2 no’lu dipnotu)

 

[12] George Monbiot, “Credit Crunch? The Real Crisis is Global Hunger. And if You Care, Eat Less Meat,” www.guardian.co.uk/commentisfree/2008/apr/15/food.biofuels, 15 Nisan 2008

 

[13] Bu konuda daha fazla bilgi için bkz.: Necdet Oral,  “Tarımda 2001 Krizinden Sonraki En Büyük Çöküş,” Bianet, http://bianet.org/bianet/kategori/tarim/106092/, 3 Nisan 2008

 

[14] Birkaç örnek vermek gerekirse: Meseleyi tamamen bir avuç ‘ar yoksunu’ pirinç spekülatörünün işi olarak gören ve halka “gerekirse pirinç yerine bulgur yemeyi...” ve yine gerekirse “bu ‘cambazlar’ hakkında ihbarda bulunmayı” öneren Başbakan...  Meseleye “birkaç gün pirinç yemeyiz, olur biter... böylece fiyatlar düşer, fırsatçılarla spekülatörlerin silahları kendi ellerinde patlar” ...  zaten ortada kriz yok, TMO önünde bekleyenler de kuyruk sayılmaz, şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşımla bakan Tarım Bakanı... Enerji meselesini dile getirirken Atatürk’ün havacılıkla ilgili bir sözünden ilham alarak “istikbal derinliklerde” diyen, kömürün karbondan arıtma ve tutma teknikleri henüz dünyada bile bulunmadan yerli kömürlerin bolca çıkarılıp yakılmasını – ve böylelikle küresel iklim değişikliği açısından mutlak bir yıkımı,  tabii bilmeden, dolaylı olarak– savunan Enerji Bakanı... “Çevre dostu madenciliğe evet, vahşi madenciliğe hayır!” sloganıyla ortaya çıkıp, madencileri de bundan sonra eski kötü alışkanlıklarını bırakıp çevre dostu madencilik yapmaya, yani maden aramak için kazdıkları alana ağaç dikmeye ya da ağaç parası ödemeye ikna ettiğini, onların da “mesajı aldığını” söyleyen Çevre bakanı... Halkın “uyanık” (yani bilinçli-ÖM) olduğunu, fırsatçının oyununa gelmeyeceğini savunan ve o halkı pirinç boykotuna davet eden ticaret, sanayi odaları ve dernekleri yetkilileri... İktidarın bir lokma pirinci halkın boğazından aldığını söyleyen ana muhalefet partisi lideri ve gıda krizi dolayısıyla TBMM’ye soru önergesi veren diğer muhalefet partisi yetkilisi... Başbakanın, Tarım, Enerji, Çevre bakanlarının konuya ilişkin açıklamaları ile ATO, ATB, ASO başkanlarının bu konulardaki demeçleri ve CHP ile MHP’nin tavırları ile ilgili haberler için bkz.: “Pirinç Spekülatörüne Kanmayın, Gerekirse İhbarda Bulunun,” Sabah, 20 Nisan 2008, s. 12; NTVMSNBC.com: 15-18 Nisan 2008 haberleri, AA: 15-18 Nisan haberleri.

 

[15] Türkiye’de siyasi karar alıcıların kuraklık tehlikesi konusundaki sığ yaklaşımına eleştirel bir bakış için Tarhan Erdem’in Radikal’de yayımlanan şu üç yazısına bakınız: “Kuraklık Planı Varsa, Halk Bilmeli,”11 Şubat 2008 www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=247138; “Kuraklık Yönetimi,” 3 Mart 2008, www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=249129; ve “Geliyorum Diyen Sorun,” 21 Nisan 2008, www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=253584  

 

[16] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz.: Ömer Madra (Söyleşi: Ümit Şa

hin), Niçin Daha Fazla Bekleyemeyiz: Küresel Isınma ve İklim Krizi, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2. basım, Aralık 2007

[17] Ruanda gibi günümüz toplumlarının yanı sıra, Mayalar, Mangareva ve Paskalya adası sakinleri gibi pek çok tarihî toplum ve medeniyetin çöküşünde çevre bozulması, iklim değişikliği, kuraklık ve kıtlığın rolü konusunda ayrıntılı bilgi için bkz.: Jared Diamond, Collapse – How Societies Choose to Fail or Survive, Allen Lane/Penguin, 2005 

 

[18] Darfur konusunda bkz.: Tim Flannery, The Weather Makers – How Man is Changing the Climate and What It Means for Life on Earth, Atlantic Monthly Press, 2005; ayrıca bkz: Madra/Şahin, op.cit. (yukarıda dipnot no: 16)

 

[19] James Hansen, “To: Governor Jim Gibbons,” (bkz.: yukarıda 10 numaralı dipnotu)

 

[20] Hansen, op.cit.

 

[21] Brown, op. cit. (bkz.: yukarıda 2 ve 11 no’lu dipnotları)